Prof. Ahmet Aydın: Ayçiçek yağı damarları yıpratıyor

Kaynak : Memurlar.Net
Haber Giriş : 12 Temmuz 2011 08:46, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42

Prof. Dr. Ahmet Aydın, TV8'de, "Aklımıza takıldı" programında "Taş devri diyetini" anlattı. Aşağıda bu programın dökümü yer almaktadır.

Öncelikle ?7'den 70'e Taş devri diyeti' kitabımızda nelerden bahsediliyor, ismi niçin taş devri diyeti oradan başlayalım isterseniz?

Olur. Tabii Taş Devri Diyeti dendiği zaman genellikle fantezi bir şey anlaşılıyor. Bir kere bu diyet benim kendim bulduğum bir diyet değil; onu baştan belirteyim. Yurt dışında bunun öncüleri var. Onu Türkiye'ye adapte etmeye çalışıyorum. İngilizce'si ?Paleo diet'. İnsanlar şimdi şöyle düşünüyor. Neden 10 bin önceki gibi besleneceğiz? Taş devri 10 bin yıl önce bitti biliyorsunuz.

TIPTA İLERLEME VAR AMA KRONİK HASTALIKLAR AZALMIYOR

Peki, neden Hocam?

Esas olan şey şu: Günümüzde çok sayıda kronik hastalığa maruz kalıyoruz. Müzmin hastalıklar da diyoruz bunlara. İşte koroner kalp hastalığı, kemik erimesi, kanserler vs. O kadar çoğaldı ki bunlar. Hem tıpta muazzam bir ilerleme var. Teknolojisinde ilerleme var, dikkatinizi çekiyorum. Ama kronik hastalıklarda azalma olacağına artış var. Hem de o kadar bariz bir artış ki. Bizim yaptığımız bu çelişkinin nedenlerini ortaya koyarak tedbir almak.

ESKİDEN KANSER VARMIŞ DA BİLİNMİYORMUŞ: PALAVRA!

Şimdi şöyle deniyor. Yok, eskiden bu hastalıkları tanımıyorduk deniyor. O nedenle son yıllardaki artış tamamen sanal bir artıştır. Bu görüş son derece yanlış. Mesela eskiden de kanser varmış da bilinmiyormuş. Palavra... Elimizde kemik örnekleri var, hata 2,5 milyon önceki yıl ait kemik örnekleri bile var. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Bin yıl öncesine ait milyonlarca örnek var. Kemiklerin üzerinde oraya sıçrayan kanserleri ya da bizatihi kemiğin kendi tümörlerini görebilirsiniz. Bu örneklerde kanser belirtisi çok az; nerdeyse yok gibi. Ama son yüzyıllardaki kemik kalıntılarına bakınca kemikle ilgili kanserleri daha fazla görüyoruz.

TIBBİ İLAÇLARLA YAŞAM SÜREDİ UZADI ÖNERMESİ DOĞRU DEĞİL

Demek ki insanoğlu bu tip hastalıklara geçmişte çok az yakalanmış.

Evet. Taş devrinde insanoğlunun hayatı çok zor. Şimdi yiyeceğe çok kolay erişiliyor. Ama o zaman değil. Vahşi bir hayatta yaşıyorlar. Kronik hastalık yok ama kaplan parçalaması veya uçurumdan düşme gibi daha büyük tehlikeler var. Savaşlar var. Açlık var. Bu faktörlerden dolayı yaşam süreleri biraz daha kısa olabiliyor. Ama barışın ve yiyeceğin olduğu yerlerde, 80-90 yaşında olanlar var. Bunların içinde 100 yaşını geçenler var. Bu insanlar günümüzün klasik ilaçlarından mahrumlar. Ama gayet sağlıklı yaşayabiliyorlar. Onun için bugünkü tıbbi ilaçlarla yaşam süresi uzadı demek hiç doğru değil.

Peki, niye taş devri?

İnsanoğlunun 23 bin geni var. Vücudumuzda gerçekleşen bütün olaylar bu genlerle idare ediliyor. Ve bu genlerimiz 10 bin yılda çok değişmiş değil... Belki bir iki tanesi değişmiştir. Çünkü milyonlarca yıllık bir insan evrimi var ve evrim çok yavaş. Ama çevresel faktörlerimiz çok değişti. Ve genlerimiz de çevresel faktörlerden çok etkileniyor. Yani işte böyle kapalı ortamlarda (TV stüdyosunu kast ediyor) yaşıyorsunuz. Yeteri kadar güneş almıyorsunuz. Paketlenmiş gıdaları tüketiyorsunuz. Çok sayıda şekerli gıda yiyorsunuz. Bütün bunlar genlerimizi olumsuz yönde çok etkiliyor.

GÜNEŞ IŞIĞI EN AZ 2 BİN TANE GENİMİZİ OLUMLU ETKİLİYOR

Şimdi insanların genlerinin fonksiyonları değişmez değil. Eskiden öyle olduğunu zannederdik. Bir insan atasından genlerini alır. İyiyse iyi, kötüyse sonuna kadar kötü. Halbuki, son yıllarda durumun böyle olmadığını anladık. Çünkü bu genlerin fonksiyonları sabit değil, çevre şartlarına bağlı olarak an be an değişiyor. Mesela dışarıda güneşleniyorsanız güneşten derinizin üzerinde oluşturduğu D vitamini sizin 2 bin tane geninizin daha iyi çalışmasına yol açıyor. Karanlıkta, bizim şuan bulunduğumuz stüdyodaki gibi yerlerde çalışmaya başladığımız zaman ise bizim o 2 bin genimiz olumsuz yönde çalışıyor.

MODERN (!) DENİLEN TIP, BATAKLIĞI KURUTACAĞINA SİVRİSİNEKLERİ ÖLDÜRÜYOR

Şimdi bizim genlerimiz taş devrinin bittiği on bin yıl önceki ile hemen hemen aynı iken çevresel faktörler ve özellikle de beslenmemiz muazzam değişmiş ise, genlerimizin fonksiyonları ile çevresel faktörler arasındaki uyuşmazlık karşımıza müzmin (kronik, süreğen) hastalıklar olarak çıkıyor. İşte son yıllarda tıptaki muazzam (!) ilerlemelere rağmen kronik hastalıkların artmasının temel nedeni bu.

Günümüzdeki tıp maalesef ciddi şekilde ticarileşti. Tıp, hastalıkları önleme yerine var olanı erkenden tespit edip, onları tedavi etme yoluna gidiyor. Yani bataklık kurutulacağına, sivrisinek öldürülüyor. Ki bu ticari gözle baktığınızda daha iyi para kazandırıyor.

O zaman demek oluyor ki TV8 önümüzdeki dönemde açık havada yayında olmalı...

Olursa güzel olur. Ya da şöyle olmalı. Güneşin vereceği D vitaminini bir şekilde almış olmanız gerekiyor. Ama yine de bunu direkt güneşten almak çok daha iyi.

SAKIN HA GÜNEŞE ÇIKMAYIN, DERİ KANSERİ OLURSUNUZ TESPİTİ YANLIŞ

Güneşe gelince; bu da çok istismar edilen bir konu. Aman sakın ha güneşe çıkmayın; çünkü deri kanseri olursunuz. Ama ben size başka bir şey söyleyeyim. Siz güneşe çıkmadığınız zaman D vitamini alamıyorsunuz. D vitamini bildiğimiz kadarıyla en az 20 çeşit kanserde koruyucu etkiye sahip. Tabi ki tek korucu o değil ama bariz bir koruyuculuğu var. Siz işte yeteri kadar güneş almazsanız bu koruyuculuktan mahrum kalırsınız. Buna deri kanseri de dahil. Yani daha az güneşlenerek deri kanseri olasılığını da artırıyorsunuz!

GÜNEŞ KREMLERİNE KARŞIYIM, İLERİNDE TOKSİK MADDELER VAR

Peki, ben güneşe tamamen çıplak mı çıkayım? Hayır, haşlanırsanız ve bu tabii ki sizin vücudunuza zarar verir.

Haşlanmadan korunmak için güneş kremi mi kullanalım? Ben güneş kremlerine de karşıyım. İşte 25 korumalı, 50 koruma faktörlü güneş kremleri var. Koruma faktörlerinin sayısı arttıkça fiyatı da artıyor, ama bu kremlerin en az yüzde 80'inin içinde, insan vücuduna zararlı kimyasal maddeler var; bunların da bir bölümü kanserojen ya da kanser yapması çok muhtemel toksik maddeler. İşin kötüsü bu toksik maddeler sadece derimizde kalmıyor; deriden içeri girip kanımıza karışabiliyor.

Şimdi hocam, geçen bir gazetede okudum. Özellikle çocuklarla ilgili. Bunların (güneş kremlerinin) içinde kanserojen madde olduğunu. Bu nedenle çocuklar için güneş kremi kullanmayın deniyordu. Şimdi çocuk güneşe çıkacak. Güneş kremi kullanmasak bu kez kıp kırmızı olacak. Ne yapacağız bu halde?

Yapacağımız şey şu. Eğer çocuğu bir aylık tatile götürüyorsak, ilk gün saatlerde güneşte fazla durmayacak; 5-10 dakika duracak. Üstelik kollarını kapatacak elbise giydireceğiz ve ensesini örtecek bir şapka takacağız. Uzun süre güneş tutmayacağız, gölgede tutacağız. Günler içinde süreyi arttıra arttıra güneşte kalma zamanını uzatacağız. Belirli bir süre sonra kararacağı için güneş ışınlarının zararlı etkilerinden korunmuş olurken, güneşin olumlu etkilerinden maksimal faydalanmış olacak. Aynı dutum sizin için de geçerli.

KIŞ DEPRESYONU DENEN ŞEY TAMAMEN D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİDİR

Biliyorsunuz kapalı bir ortamdan güneşe çıktığınızda birdenbire içinize huzur doluyor. Güneşli mevsimlerde daha huzurlu olmamızın nedeni bu. Mesela kış depresyonu denen şey, D vitamini eksikliğidir. Onun için eğer vücudunuzda yeteri kadar D vitamini varsa mevsimsel depresyona girmiyorsunuz. Ben her vitaminin ilaç olarak takviyesini istemem ama D vitamini mutlaka takviye edilmelidir. Özellikle de yazın güneşe çıkmadan önce yeteri kadar ilaç olarak depolayıp ondan sonra güneşe çıkmalıyız. D vitamininiz yüksekse deriniz birden bire kararmaya başlar. O zamanda güneşten o kadar çok etkilenmiyorsunuz. Ama vücut D vitaminine açsa o zaman güneş derinliklerine kadar işliyor.

GÜNEŞ IŞIĞI KANSER YAPSAYDI EN ÇOK VAKA EKVATOR BÖLGESİNDE GÖRÜLÜRDÜ

Güneş yağlarının önemli bir kısmı, mor ötesi A ve B ışınlar var. Bunların bir kısmı deriyi yakıyor ama bir kısmı da D vitamini sentezini sağlıyor. Güneş yağlarının güneş yanığını önlediği doğru, ama bu deri kanserlerini önlediği anlamına gelmiyor. Çünkü birçok güneş yağı deri kanserine neden olan mor ötesi A'yı (UVA) değil, D vitamini sentezi yapan UVB'yi engelliyor. Böylece D vitamini yetersizliğine yol açıyor. Daha uzun dalga boylu olan UVA derinin derinliklerine kadar giriyor; UVB ise derinin yüzeyinde kalıyor.

Onun için güneş ışınlarını doğal bir şekilde ve yavaş yavaş almak gerekiyor. Yani dengeli bir şekilde. Eğer güneş ışığı kanser yapıyorsa en çok ekvator bölgesinde kanser vakalarının çok olması gerekiyor, halbuki kuzey ülkelerinde kanser vakaları daha fazla. Türkiye'de her dört kadından üçünde, D vitamini eksikliği var; hem de çok bariz.

Peki bunu (D vitamini yetersizliğini) nasıl anlayabiliriz?

Kan seviyesine bakarak direkt anlayabiliriz. Eğer D vitamini kanda yeterince var ise bu sizi tansiyon dahil, koroner kalp hastalığı dahil, kemik hastalığı zaten dahil, depresyon dahil bir çok hastalıktan koruyor. Ama sadece D vitamini alarak bu hastalıkların hepsinden kurtulacağım diye bir şey yok. Beslenme bir bütün. Yediğinizle içtiğinizle bir bütün. Taze meyve ve sebzesiyle bir bütün. Doğal organik gıdalarıyla bir bütün. Şimdi bütünün bir parçasını alıp, ben bu hastalıklardan korunurum diye bir şey yok. Ya da bir kısım otçular var. İşte falanca bitkinin kökünü kaynatıp için hastalığınız hemen düzelir gibi söylemler var. Şimdi ben de klasik ortodoks (ticari!) tıbba karşıyım ama hekim olmayanların otlarla hasta tedavi etmelerine de şiddetle karşıyım. Otlar tabii ki faydalı, ama yerinde, zamanında ve dozunda kullanılmak şartı ile. Bunu da yapacak kişi hekim olmalı. Yani ticari tıbbın negatifliklerini bahane ederek bu işi istismar etmemek gerekiyor.

ŞEKERİN ESİR EDİCİ BİR ETKİSİ VAR

Peki hocam, beslenmemize gelecek olursak; Mesela şekeri çok tüketiyoruz, ekmeği çok tüketiyoruz Türk milleti olarak.

Sadece Türk milleti olarak düşünmeyelim. Bütün dünya unlu-şekerli gıdaları çok tüketiyor. Üstelik son yılarda da bu tüketim muazzam bir şekilde arttı. Çünkü şekerin bir cazibesi var. Esir ediyor. Amiyane bir tabirle ?şeker manyağı' yapıyor. Sigaradan daha beter.

Gerçekten doğru söylüyorsunuz. Mesela ben acıktığımı hissetmiyorum ama çikolata yemezsem böyle bir asabileşiyorum.

Niye asabileşiyorsunuz biliyor musunuz? Eskiden böyle şekerli gıdalar yoktu ya da çok azdı. Mesela taş devrinde bulabileceğiniz tatlı yiyecekler sadece meyvelerdi. Onlar da yabani meyveler; yaz gelince biraz tatlanıyor, günümüzdekiler gibi çok şekerli de değiller.

İNSÜLİN ALINAN ŞEKERİ YAĞA ÇEVİRİYOR

Fazla şekerli gıdaları almak niçin tehlikeli? Çünkü şekerli bir gıda yediğimizde kandaki insülin hemen yükseliyor. İnsülinin bir görevi var, şekerleri alıyor ve yağa çevirerek depoya atıyor. Yani insülin şekeri yağa çeviren bir makine gibi. Normal koşullarda açlık sırasında depolanan bu yağın erimesi ve enerji kaynağı olarak kullanılması gerekiyor. Ama siz çok şekerli gıda alıyorsanız, insülin o kadar artıyor ki, açlıktaki kan seviyesi düşemiyor. Düşemediği zaman o depoladığınız enerjiyi kullanamıyorsunuz. Yağ kalıyor orda (İşte şişmanlığın temel nedeni!). Ve siz o kadar enerji almanıza rağmen kan şekeriniz düşüyor. Çünkü yüksek insülin o yağın şekere çevrilmesine izin vermiyor. Sonuçta yeni yemenize rağmen karnınız tekrar acıkıyor ve tekrar yemek zorunda kalıyorsunuz. Yemezseniz neler oluyor? Başlıyorsunuz titremeye, ya da kendini huzursuz hissediyorsunuz, başınız ağrıyor. Daha ilerisi panik atak. Kan şekeriniz çok ani düşerse de bayılıyorsunuz. Panik atak eşittir şeker düşüklüğüdür. Yani majör bir psikiyatrik bir hadise yok ise panik atak, yüzde 95 şeker düşüklüğüdür.

UN VE ŞEKERİ KESENLER PANİK ATAĞI DURDURUR

Un ve şekeri kesenlerde panik atak kaybolur. Niye? Çünkü sizin kan şekeriniz düşünce bazı stres hormonlarınız artmak zorunda; zira başta adrenalin, kortizol, glükagon olmak üzere bu hormonlar düşen kan şekerini yükseltiyorlar. Mesela adrenalin hormonu birdenbire artınca kalbiniz tak tak çarpıyor. Onun için terliyor, kendinizi huzursuz hissediyorsunuz. Düşmanla karşılaştığınız zaman ya döğüşeceksiniz ya kaçacaksınız. İşte bu durumda adrenalin artar. Böyle bir durumda adrenalinin artması çok iyi bir şey; çünkü size döğüşmek ya da kaçmak için gerekli gücü veriyor. Ama bu durum uzun süreli olursa, ciddi bir şekilde kronik yorgunluk, başağrısı oluyor. Ölüm korkusu geliyor daha ilerisinde. Kalbiniz o kadar atıyor ki, enfaktüs geçiriyorum zannediyorsunuz. Gidiyorsunuz doktora, bir dünya film, elektro çekiyorlar. Hiçbir şey bulamıyorlar ve eve dönüyorsunuz. Bir kaç gün sonra gene aynı şeyler oluyor. Bu sefer gerçekte bir psikiyatik hastalığınız olmamasına rağmen kendinizden şüphe ediyorsunuz. Ben ikide bir niye böyle yapıyorum diye. Halbuki beslenmenizi düzelttiğinizde bu dertten kurtuluyorsunuz. Aslında Hipokrat çok güzel söylemiş: Besinler ilacınızdır demiş. Binlerce hekim bu yemini ediyor ama sonra bu yeminlerine uymuyor. Kaç tane hekim, hastasının beslenmesiyle ilgileniyor, mevcut hastalığının beslenmeyle olan ilişkisine dikkat ediyor sanıyorsunuz? 100 taneden bir tane ya vardır ya yoktur.

SOYA YAĞLARINI MİLLETE YEDİRMEK İÇİN HAYVANSAL YAĞLAR SUÇLANDI

Gene yumurtada çok tükettiğimiz bir şey. Azı karar, çoğu zarar diye söylenir. Şu sıcak yaz günlerinde de ne kadar tüketmeliyiz?

Şimdi bu soru hep rakamsal olarak cevaplanıyor. Haftada 1 tane yiyin, iki tane yiyin diye. Çünkü hep 50 yıl öncesinde öne sürülen kolesterol-kalp hastalığı teorisinin etkisiyle bu soru soruluyor. 50 yıl önce koroner kalp hastalığında daha önce görülmeyen boyutlarda müthiş bir artış olmaya başladı. Halbuki 20. yüzyılın başında, otopsi çalışmalarından biliyoruz, çok az koroner kalp hastalığı var. Sonra ne olduysa, tıp ilerlerken koroner kalp hastalığı da artmaya başladı! Bunun için bir suçlu aranıyordu. Ne olsun dendi? O sırada soya, ayçiçeği, mısır gibi sanayi tipi bitkilerinin stokları var. Bu bitkilerin küspesi hayvanlara veriliyordu ama yağını da birilerine vermemiz gerekiyordu. İşte o zaman başlandı. Efendim hayvani yağ yemeyin. Çünkü kolesterolünüzü yükseltir. Yüksek kolesterol de damarları tıkar. Onun yerine bitkisel yağlar yiyin; çünkü bu yağlar kolesterol içermiyor. Onları yemezseniz kalp hastası olmazsınız diye insanları kandırdılar. Bu arada da margarin sanayi iyice palazlanmaya başladı. Sonuçta koroner kalp hastalığındaki artış hiç hızını kesmedi. Ama ticari tıp büyük yalanını kabul etmediği gibi karşı çıkan bizim gibi hekimleri da karalamaya başladılar.

MISIR YAĞI, SOYA YAĞI, AYÇİÇEK YAĞI DAMARLARIMIZI YIPRATIYOR

Son yarım yüzyıl soya, ayçiçeği ve mısır yağı gibi, evvelden yağı çıkarılmayan ancak yüksek sıcaklık ve basınç uygulamalarıyla yağı çıkartılabilen yağların tüketimi arttı. Bunların hiçbiri doğal değil. Damarlarımızı yıpratmaya başladı bu yağlar. Ve vücut bir yarayı nasıl kabuklandırırsa yıpranan damarları da aynı şekilde kabuklandırıyor. Yıpratan uyaran ortadan kalkmadığı için yara üzerine yara biniyor ve kalınlaşan kabuklar damarı tıkamaya başlıyor. Kolesterol içermeyen bu yıpratıcı yağların tüketimi arttıkça koroner kalp rahatsızlıkları da aynı oranda arttı. Yani tam tersi oldu. Tabii ki bu ilişkiyi sadece yağ-kolesterolü gıda aldım ya da almadım'a bağlamak doğru değil. Şimdi, o zaman ne oldu. Time dergisinde, 1984'tü galiba -bu yıl Kardiyoloji kongresinde verdiğim konferanstan hatırlıyorum- yumurtayı kapak yapmış. Aman ha sakın haftada bir taneden fazla yumurta yemeyin dedi. Zaten hala birçok kardiyolog hala aynı şeyleri söylüyor. Eğer bu denilenler doğru olsaydı, o zaman niye eski otopsilerde bu derece az vaka görülüyordu. Halbuki o zamanlar çok daha fazla hayvani yağlar tüketiliyordu. Şimdi ben yumurta yedim, yumurtanın içinde kolesterol var. Kolesterol gidip damarımı tıkıyor; onun için enfarktüs geçiriyorum, ya da felç geçiriyorum demek akla zarar bir açıklama. Bilimle hiçbir ilgisi yok.

BAZI DOKTORLAR, İNSANLAR HASTA OLSUN ONA STENT TAKAYIM DERDİNDE

Ama maalesef insanlar bu durumu yaygın bir şekilde kabul ediyor; kanıksamışlar, bu nedenle hesabını da sormak akıllarına pek gelmiyor. Ya bu kadar şey varken, niye bu kadar çok hastalanıyoruz. Şimdilerde ölümün hızını azalttılar ama hastalık hızla artıyor. Sadece insanlar hasta olsun, işte bizde by-pass yapalım, stent takalım. Bu işin ticareti. Bunu yapan hekimler hepsi düşünerek mi yapıyor, bu kadar kötüler mi? O kadar kötü değiller belki ama. Kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgarına... Buna karşı çıkmak para da getirmiyor. Kediye ciğer emanet edilmez. Bir doktora sen daha az para kazan denmez. Bakmayın bana, çocukluğumda başıma saksı düşmüş, o nedenle aykırı konuşuyorum!

Estağfurullah hocam. Bir de herşeyin doğalını aramak bulmak için emek harcamamız gerekiyor.

Bundan 30-40 yıl önce, ?bana organik domates ver' deseydiniz, herhalde garip garip yüzünüze bakardı pazarcılar. Şimdi herkes organik diye bağırıyor, ama nerdeyse hiçbir sebze meyve organik değil. Bu hale nasıl geldiysek, bunu bir şekilde geriye çevirmemiz gerekiyor. Tarım devrimi dendi, yeşil devrim dendi, binlerce kişinin hayatını kurtarıyoruz dendi. Hiç de öyle olmadı. İlk seneler çok iyi verim alıyorlar. 2. ve 3. seneden sonra toprak iyice fakirleşti ve çevrede kirlendi. Eskiden aldıkları ürünleri bile alamadılar insanlar ve zamanla topraklarını da kaybettiler ve işsiz kaldılar. Ama maalesef Yeşil Devrimi yapan kişiye Nobel Armağanı verildi. Milyonlarca insanı zehirleyen DDT'yi icat edene de Nobel verildi! Bunlar hep acı gerçekler. DDT için bizim çocukluğumuzda, ?bunlar böcekleri öldürür, insanlara dokunmaz' diye öğütlendiğinden yiyeceklerin üstüne DDT sıkılırdı, mesela peynirin üzerine, düşünebiliyor musunuz? Yıllar sonra DDT yasaklanmaya başlandı. Hala da var olduğu söyleniyor.

O kadar çok toksik maddeye maruz kalıyoruz ki, bunların çok azı tespit edilebiliyor. Zehirleniyoruz, ama farkında değiliz.

O trans yağlar falan değil mi hocam?

O trans yağlarda işin ayrı bir kısmı. Trans yağlar nasıl oluşuyor? Trans yağlar sıvı yağların sıcaklık ve basınç işlemlerinden geçmesi sonucunda oluşuyor. Yağ moleküllerinin doğal yapısı değişiyor. Ben ve benim gibi düşünenler trans yağlar kötüdür dedik. Karşımızdakiler ise bize ?Bunlar kötü insanlar, ikide bir komplo teorileri üretiyorlar, halkın ucuz yağ yemesini engellemek istiyorlar' dediler. Biz komplo teorisi yapmıyoruz. Başkaları komplo yapıyor, biz o komplonun teorisini yapıyoruz. O komploları ortaya koymak lazım ki, sağlığımız düzelebilsin.

BAZINDAKİ FALAN YERDE KASNERE AŞI BULUNDU HABERLERİNE ALDANMAYIN

İkide bir basında duyuyorsunuz, falan yerde kanserin aşısı bulunmuş. Falanca üniversite bir buluş yapılmış, aman büyük umut... bakın bir tek ilaçla, bir tek aşıyla hiçbir kanser düzelmez. Çevresel faktörlerimizi ve beslenmemizi düzeltmezsek kanser değil hiçbir hastalıktan korunamazsınız.

SON 4-5 YILDIR ÇCUKLARDA TİP 2 DİYABET GÖRÜYORUM

Misal, geçende, haberlerde çıktı, bir araştırma yapmışlar 11 tip 2 diyabetli kişide... Bir diyet veriyorlar. Undan, şekerden fakir. Görüyorlar ki hastaların yarısından fazlasında diyabet düzeliyor. Halbuki klasik tıpta nasıl bir algı var? Diyabetsen, ömrün boyu diyabetli kalırsın. Halbuki biz biliyoruz, çocuklarda erken vakitte bu durumu yakaladığımız zaman, (bu arada ben çocuk doktoruyum), ve unlu şekerli gıdaları kestiğimiz zaman, ( ki otomatik olarak daha fazla yağ alıyorlar) hastanın (çocuğun) diyabetinin geriye döndüğünü görüyoruz.

Ben 30 yıldır çocuklara bakarım. Yakın zaman kadar çocuklarda sadece Tip 1 diyabeti görürdük. Tip 2 diyabet (erişkin tipi diyabet) 4-5 sene öncesine kadar nerdeyse hiç koymadığımız bir tanı idi. Şimdi ise kıyamet gibi Tip 2 diyabet var çocuklarda. Önümüzdeki bir kaç nesil nasıl gelecek, onu da çok merak ediyorum. Çok endişe verici, Kötümser olmak istemiyorum ama böyle giderse, iyimser olamayız. Mücadele etmeden kuru kuruya iyimser olamayız. Tedbirlerimiz hemen almamız lazım. Hemen şimdi!

PROBİYOTİK BAKTERİLERİ HERKES ÖĞRENMELİ

Mesela bu yoğurtlarda da sorun var. Köyden aldığımız yoğurtlar belirli bir süre sonra ekşiyor. ama marketlerdeki yoğurtlara uzun süre bir şey olmuyor.

Onların sağlıklı olduğunu söylüyorlar. Bu inanılmaz bir şey. Burada öncelikle faydalı mikrop (probiyotik) kavramını bilmiş olmamız lazım. Bir insanın vücudunda 110 trilyon hücre var. Bunun 10 trilyonu böbrek, kemik gibi vs. organlarımızın,.. Geri kalan 100 trilyon bağırsaklarda bulunan bakteriler ve diğer mikroorganizmalar. Bunlara biz birlikte yaşıyoruz. 110 trilyonluk bir Cumhuriyetiz biz. Karşılıklı olarak birbirimizden faydalanıyoruz. 100 trilyonun 80-90 trilyonu yararlı bakteri. Tıp dilinde bunlara probiyotik diyoruz. Yavaş yavaş herkes duymaya başladı bu kelimeyi. İşte bu probiyotikler bir çok kronik hastalığı engelliyor. Çünkü dışarıdan aldığımız, yani yediğimiz herşeyin bağırsaktan geçişine izin vermiyorlar. Bir yığın vitamin sentezini yapıyorlar. Siz sadece dışardan almıyorsunuz vitaminleri. K vitamini, B1, niasin, biyotin vs gibi vitaminlerin önemli bir bölümünü probiyotikler yapıyor. Probiyotiklerin başka bir fonksiyonları da sindirime yardımcı olmaları. Sizin sindiriminiz sadece tükürük bezinizden, mideden, safra kesesinden pankreastan ve bağırsaklardan çıkan sindirim salgılarıyla olmuyor. Sindirimin en az yarısını da bu probiyotikler sağlıyor. Siz eğer onları öldürürseniz, başlıyor mide bağırsak rahatsızlıkları... Sorunuza gelecek olursak yoğurtların ekşimemesi fermantasyonun belirli bir aşamadan sonra durdurulması gibi doğal olmayan basınç ve ısıl işlemler sonucunda gerçekleşiyor. Mikropları öldürdük diye övünüyorlar. Evet dost mikropları öldürüyorlar ve bu şekilde sizi vitamin eksiklikleri, sindirim bozuklukları, bir yığın alerik ve otoimmün hastalıklara maruz bırakıyorlar. Amaç yoğurtların raf ömrünü artırmak ve daha fazla para kazanmak. Ama hazır gıdaların raf ömrü arttıkça sizinkiler de azalıyor!

BAĞIRSAK RAHATSIZLIKLARINDA YANLIŞ TEŞHİS KONUYOR

O kadar çok insanda mide-bağırsak sorunu var ki. Nerdeyse dört erişkinden üçünde var. Bazılarında artık ıstırap verici nitelikte. Ticari tıpçılar bu kişilere hemen endoskopi, kolonoskopi yapılıyorlar. Teknoloji ileri ya! Peki ne oluyor? Mesela mide mukozası biraz iltihap ya da yara görülüyor. Diyorlar ki hemen mide asidini azaltalım. Yukarıya doğru (yemek borusuna doğru) tepiyor diye. Yemek borusunu yakıyor. Halbuki asit çoğu kez zaten az. Siz doğal olan vücudunuzun bu sindirim salgısını (asiti) daha da azaltıyorsunuz. Böylece protein sindirimi iyice aksıyor. Ama siz esas nedeni yok etmeye çalışmalısınız. Siz oradaki fizyolojik bir şeyi azaltırsanız protein sindiriminiz de çok ciddi bozuluyor.

Hocam şekeri mümkün olduğunca hayatımızda en aza indirmek gerek.

Evet, doğru diyorsunuz.

Meyvelerden alabiliyor muyuz peki?

Bir kere şu düşünceyi aklımızdan çıkartalım. Şeker yemesek şekerimiz düşer düşüncesini. Diyelim ki biz sadece et yiyoruz Eskimolar gibi. Eskimolar nerdeyse sıfır şeker alıyorlar ama vücutlarında kan şekeri düşmüyor. Çünkü vücudunuz yediğiniz etten ve yağdan şeker yapabiliyor. O yapılan şeker çok daha iyi bir şeker. Ama siz şekeri dışardan alırsanız bunun metabolizması (işlenmesi) oldukça güç ve yani iyi bir yakıt değil. Şöyle söyleyeyim. Yağlar jet benziniyse, şeker ise pis bir mazottur. Mazot değil bakın, pis bir mazot. O zaman belki sizin arabayı biraz götürür ama ikide bir tekleme yapar sonunda durur. Onun için vücudumuzu işletmek için temiz bir yakıt kullanmak lazım. Tıpkı atalarımız gibi. Onun için taş devri diyeti diyoruz; fantezi olsun diye değil!

TAŞ DEVRİ KİTABI BİR ZAYIFLAMA KİTABI DEĞİLDİR

Şimdi diyorlar ki, haklısınız ama biz taş devrindeki yiyecekleri nasıl bulacağız? Evet doğru, bizim yeni dejenere olmuş yiyeceklerimizi değiştirip eskisini, aynısını bulmamız çok zor. Ama biraz gayret ile benzerlerini bulabiliriz. İşte taş devri diyeti bu. Bu arada yanlış anlaşılan bir şeyi de ifade etmek istiyorum, taş devri diyeti kitabı benzerleri gibi basit bir zayıflama kitabı değil. Bir sağlıklı beslenme kitabı. Siz şişmansanız zayıflarsanız; zayıf iseniz şişmanlarsınız. Mühim olan hastalıklardan korunmadır. Yoksa derdimiz aman yaz geldi. Plajda görüneceğiz, bir diyet kitabı alalım, içindekileri uygulayalım, 3-5 kilo verelimin sevdası değil. Sağlıklı beslenmeye sadece bir zayıflama aracı olarak bakmak anlayış olarak güzel değil. Önemli olan sağlığın korunmasıdır. Yoksa kaloriye çok kısarak kilo verdirten bir yığın diyet kitabı var piyasada. Bunların hepsi olmasa da çoğu ciddi şekilde insan sağlığını tehdit ediyor. Bu kitaplardaki en önemli yanlış şu. Biz kaloriyi azaltmadan kilo veremeyiz deniyor. Bu çok doğru değil. 120 kiloluk bir adama 1 kibrit kutusu büyüklüğünde yağsız peyaz peynir verildiğinde bu diyetin başarı şansı kalmıyor. Aç kalarak zayıflamak ancak kıtlık zamanlarına özgü bir şey. Ama yakabildiğiniz yiyecekleri alıyorsanız kaloriden bağımsız olarak zayıflayabiliyorsunuz. Yani zayıflama kalori hesabıyla olabilecek bir şey değil. Çok düz mantıkla konuşuluyor. İşte az kalori alırsan zayıflarsın. Oysaki yağları yakmaya başlar ve insülini kontrol altına alırsanız (yani yüksek olan açlık insülini düşerse) o yağlar gayet rahat yakılacak ve istediğiniz kilolara erişebileceksiniz.

Hocam teşekkür ediyoruz bu güzel söyleşi için.

Ben teşekkür ederim (Süre bittiği için söyleşi yarım kalıyor?)

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber