Öğrenebildiğin kadar öğren, fazla zorlama!

Haber Giriş : 08 Eylül 2005 15:39, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42

Öğrenci için her Şeyi kolaylaştırma eğilimi

Bizde şimdilerde öğrenci-merkezli eğitim adına standartların alabildiğince düşürülmesi ve gün geçtikçe öğrenebildiğin kadar öğren, fazla zorlama anlayışının yerleşmesi olumsuz sonuçlara yol açacaktır

"Dünyada TIMSS adı verilen bir test-sınav var. ? Biz bunun 1999'da yapılmış olanına katılmışız. Türkiye'den katılan öğrenciler 38 ülke arasında, matematikçe 31. ve fen bilgilerinde 33. olmuş" [1]. Geçen aylarda bir çok gazeteye bu ve benzeri şekillerde yansıyan haberler okuduk. Öncelikle şunu belirtelim ki, basına yansıyan eğitim ile ilgili çoğu haber gibi, bu haberlerde de çalakalem ve üstünkörü bilgilendirme vardı. Çünkü, öncelikle, bu araştırma uluslar arası bir organizasyonun yaptığı bir çalışma değildir. TIMSS [2], Amerika'nın dünyadaki diğer ülkelerin matematik ve fen başarılarını öğrenmek ve kendi başarısını onlarla kıyaslamak için oluşturduğu ve 1995, 1999 ve 2003 yılında uyguladığı uluslar arası kapsamlı bir çalışma. Dahası bu araştırma, bir test-sınavdan ibaret değildir. Daha çok bir tür değerlendirme olan TIMSS, türünün belki de en kapsamlı örneği. Derslerin nasıl işlendiğinden tutun da öğretmen, müdür, veli ve öğrencilerle yapılan mülakatlar, okulun fiziksel şartları ve eğitim standartlarına kadar bir çok şey değerlendirmeye katılmış. Ayrıca proje kapsamında Amerika ve Japonya'daki sıradan okullardaki matematik sınıfları ziyaret edilerek, ders anlatımları videoya alınmış. Bu yazıda, söz konusu videoların karşılıklı değerlendirilmesi sonucu ortaya çıkan eğilimlerden bir tanesi üzerine duracağım.

Kolaylaştırmak mı Aptallaştırmak mı?

1994 yılında bir kameraman, yedi ay boyunca Amerika'nın değişik eyaletlerindeki seksen bir okulu gezerek, 8. sınıf matematik sınıflarını bir ders saati boyunca kayda almış. Bu kayıtlar daha sonra Kalifornia Üniversitesi-Los Angeles'tan James Stigler ve arkadaşları tarafından analiz edilmiş. Bilindiği üzere eyaletler eğitim konusunda Federal hükümetten bağımsız olarak müfredatlarını ve eğitim felsefelerini belirleyebiliyor. Bundan dolayı, bu video kayıtlarının sonucunda, eyaletler arasında büyük farklar ortaya çıkması beklenmiş. Oysa, bu beklentinin aksine, kasetler az çok birbirinin aynı olan eğitim algısını açığa çıkarmıştır: Öğretmen sınıfa girer, varsa ödevleri kontrol eder, önceki derste işlenenlere kısaca değinir, o gün işlenecek konuyu sunar, öğrencilere çözmeleri için alıştırmalar verir, dersin sonuna doğru alıştırmaları kontrol eder, ev ödevlerini verir. Eksik olan şey de açığa çıkmıştır: Öğrenciler asla zor veya emek gerektiren sorular üzerine kafa yormazlar; rutin denebilecek sıradan alıştırmalar ile vakit geçirirler ve öğretmen, mümkün olduğunca, sınıftaki en başarısız öğrencinin anlayabileceği şekilde anlatmaya çalışır. Yani sınıftaki eğitimin seviyesini belirleyen şey, sınıftaki en başarısız öğrencinin seviyesi(zliği)dir. Aynı araştırma grubu, Japonya'daki matematik sınıflarının video kayıtlarını da incelemiş. Orada ise tipik bir sınıftaki eğitim kabaca şöyledir: Kısa bir ders sunumundan sonra öğretmen nispeten zor sayılabilecek bir soru sunar ve cevabını öğrencilere söylemez, öğrenciler bir başına veya grup olarak soruyla uğraşırlar, öğretmen grupları gezer ve gerekirse tavsiyelerde bulunur, daha sonra öğretmen bazı öğrencileri tahtaya kaldırır ve cevaplarını sunmalarını ister, öğrenci cevabından emin değilse veya çözememişse öğretmen ilgili matematiksel kavramı tartışır ve tavsiyelerde bulunur. Çalışmada yer alan 40 kadar ülke arasında Japonya'nın sıralamada en üstlerde Amerika'nın ise ortalamanın az altında yer edinmesi şaşırtıcı değildir.

Yukarıdaki analizden de anlaşılabileceği gibi, Amerikan 'tarzı' yaklaşımda ("öğrenci-merkezli eğitim") bir öğrenci öğrenmemek için ne kadar direnirse dirensin, öğretmenin görevi bütün dersi tekrar ve tekrar ele almaktır. Öğretmenin şikayete hakkı yoktur, onun işi öğrenciye elden geldiğince yardımcı olmaktır; tabii ki öğrenci isterse! Matematik gibi, konuların birbirinin üstüne inşa edildiği ve aşırı titizlik gerektiren derslerde bu tür bir yaklaşımın asla başarılı olmayacağı açıktır. Ne var ki, işin ürkütücü yanı, bu yaklaşımın Türkiye'de çeşitli eğitim fakültelerinde ve MEB tarafından benimsenmeye başlanmasıdır. İşin bu boyutuna dönmeden önce, bu söylemin işleyiş mantığına kısaca değinmek yerinde olur.

Uluslar arası düzenden, eğitim ve aileye kadar hayatın nerdeyse bütün kürelerinde karşılaştığımız liberal demokratik söylemin gücü, tahkir edici ve nahoş olabilecek kelimeler yerine kibar veya daha az incitici kelimeler kullanmasında yatar [3]. Şu türden kelimeler eğitim dağarcığımızda yerini iyice aldı gibi: Yaşayarak öğrenme, bilgiyi içselleştirme, bilgiyi gerçek hayata aktarabilme, öğretmenin tek doğrusu yerine öğrencilerin çoklu yaklaşımları ve perspektifleri, yorumun çeşitliliği, öğrencinin potansiyelini açığa çıkarma, eğitimde toplu kalite, çoklu-zeka, ve vesaire. Bu nosyonları analiz etmek gerçekten zordur çünkü karmaşık doğaları ve güzel sunumları gereği, derinlere nüfuz etmeye kolay kolay izin vermezler. Bundan dolayı, bu kelimelerin bizatihi kendilerinin bilimsel veya eğitimsel açıdan ne anlama geldiğini anlamaya çalışmaktan çok, sistemde nasıl bir işleve sahip olduklarına bakmak onları mevcut durumda değerlendirmek adına çoğu zaman daha emin ve kısa bir yoldur. Çoklu-zeka kuramını ele alalım. Çoklu-zeka ve kardeşi sayılabilecek nice nosyonların kurduğu söylemin en temel işlevi "işe yaramaz" adam kategorisini silmektir (örn. eskinin "içine kapanık kişisi" yerine şimdinin "kendi kendinin farkında olma, kendini anlayabilme ve iç dünyasıyla ilişki kurabilme" gibi özelliklere sahip "içsel zekalı"sı). Amerika'da okumayı zar zor beceren, yazma konusunda ise büyük problemi olan lise mezununu sisteme adapte etmek için biçilmiş bir kaftan adeta. Eğitim düzeyi başka bir ülkedeki ilk okul öğrencisine denk olan lise mezunu kişi, çoklu-zeka ve benzeri kuramlar etrafında şişirilerek kendini bir şey sanması kolaylıkla sağlanır. Bu yazdıklarımızdan çoklu-zeka kuramına veya genel olarak anlamın çokluğuna karşı olduğumuz anlaşılmasın. Pedagojideki eski ve yeni her yaklaşımın, öğrenme konusunda yardıma ihtiyacı olan bir öğrenci için istihdam edilmesi ile öğrenciyi müşteri gibi kurgulayıp onun memnun kılmak için bütün standartları yakmak arasında önemli bir fark vardır. Vurgulamak istediğimiz bu ikinci eğilimdir veyahut şöyle diyelim: Amerikan tarzı eğitim, kurulu hümanist yapısı gereği, her şeyi öğrenci lehine işletmekte ve öğrenci için her şeyi ne pahasına olursa olsun kolaylaştırmayı tercih etmektedir. Böyle bir eğitim harmanından çıkan, düşünmekten kaçan insan tipolojisi ise şaşırtıcı olmamalıdır. Böyle bir hengamede hocanın rolü ise, istendiği zaman konuşturulan bir satış temsilcisinden başka bir şey değildir.

Hocanın Palyaçolaştırılması

Yukarıda bahsini ettiğimiz TIMSS'in ortaya koyduğu bir husus ise şudur: Amerika'da matematik başarısının düşük olmasının nedeni öğretmenlerin yetersizliği veya işlerini ciddiye almayışları değildir; çalışma, öğretmenlerin gerçekten büyük bir özveri ile çalıştıklarını teyit etmiştir.

Öğretmenler öğrencilerle en iyi şekilde iletişim kurmaya ve onlarla arkadaş olmaya çalışmakta, onları eğlendirmeye (önemli bir kelime!) çalışmaktadır. Sorun ise, daha çok, öğretmen ve öğrencilerin beklentilerinin düşük olmasındadır. En kolay bir soruyu yapabilen öğrenci en azından güzel bir sözle ödüllendirilmektedir. Dersi çekici kılmak için öğretmen çeşitli yollar denemektedir. Bir çok eğitim sosyologunun uyardığı gibi, eğitim, endüstri toplumlarında hayli merkezi bir role sahiptir, yani kabaca toplumda iyi bir konumun yolu okuldan geçer; oysa aşırı refah toplumlarında yaşayan birey için eğitim çok bir anlam ifade etmemektedir. Bu durumda, zaten rahat yaşayan bireyi okula çekmek için okul bir tür oyun ve eğlence yeri kılınmaya çalışılmaktadır. Öğretmen artık öğretmenlikten çok bir tür aktör ve zaman zaman palyaço rolündedir. Çünkü okulu eğlenceli kılmazsa şayet, öğrenci daha eğlenceli uğraşlara yönelebilirdir. Öğretmen bu durumda öğrenciyi ciddi ders konularıyla uğraştırmak yerine, kolay konulara seçecek ve bir lahza olsun öğrencisini ('izleyicisini') hayal kırıklığını uğratmamak için elinden gelen cambazlığı yapacaktır; yoksa hasılat düşük çıkacaktır.

Sonuç olarak şunu ifade edelim ki, aşırı refah toplumlarının aksine Türkiye gibi ülkelerin eğitimden beklentisi büyüktür; büyük olmalıdır. Bu refah toplumlarda revaçta olan ve ciddi şekilde bir öğretim sunmaktan uzak, standartları hayli düşük, amacı bir şey öğretmekten çok "bebek bakıcılığı" yapmak olan eğitim yaklaşımlarını ülkemize ihraç etmek, ülkenin en önemli sermayesini boşuna harcamak demektir. Macaristan, Bulgaristan, Rusya, Çin ve Japonya gibi ülkelerde matematik gibi derslerde, standartlar yüksek ve müfredat kabarıktır. Başka türlü olması da düşünülemez zaten. Bizde şimdilerde öğrenci-merkezli eğitim adına standartların alabildiğince düşürülmesi ve gün geçtikçe "öğrenebildiğin kadar öğren, fazla zorlama" anlayışının yerleşmesinin getirisinin ne olacağını tahmin etmek zor değildir. Ülkenin geleceğini riske atan bu komedyaya son verilmesi elzemdir. İşin vahim tarafı bizde bu eğilimin kökenleri oldukça eskilerde! Cemil Meriç, Jurnal'inin bir yerinde 7. 8. 1963 tarihli şöyle bir not düşer: "Bugünkü nesillerin irfana tepeden bakışı, irfanı hazır elbise gibi köşe başındaki mağazadan tedarik edebileceğini sanmasındandır. İlim şahsiyetini kaybetti. Hoca yürüyen bir manyetofon, bir mask, Zeus gibi kafasından bir Atena doğurmuyor, zürriyeti yok. Hoca çağdaş Türk cemiyetinde laf olsun diye sahneye çıkarılan bir figüran. Parya ve parya olduğunun farkında. Boğazı tokluğuna cambazlık, palyaçoluk, umacılık gibi üç ayrı mesleği aynı zamanda icraya memur bir hilkat garibesi."

Bekir GÜR / Haber 10

 

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber