'Annen başörtülüyse üniversitemizde ders veremezsin'

Kaynak : Zaman
Haber Giriş : 04 Ekim 2007 09:19, Son Güncelleme : 15 Ağustos 2021 18:59

Başörtüsüne uygulanan yasağın en dramatik boyutunu elbette 'üniversitede uygulanan yasaklar' teşkil ediyor. Zira 'eğitim hakkı' bu ülkenin yasalarıyla teminat alınmış bir hak, ne diyorlar 'her işin başı eğitim'.

Öyle sahiden. Bir yandan okuma yazma bilme oranlarını hesaplayan ve kız çocuklarının yeterince eğitim alamadığından yakınan zihniyetin, diğer yana dönüp 'bu kadınları eğitmeyeceğiz' diye direnmeleri, üçüncü dünya ülkelerinde bile rastlanılır bir şey değil. Kız kardeşinin eğitim hakkı için telgraf çeken bir ablayı hapse atmak da öyle...

Ancak yasağa itiraz, üniversitelerle sınırlı olmamalı. 'Kamusal alan', 'hizmet alan-hizmet veren' ayrımına rıza göstermek başörtüsünü 'laikliğe aykırı' kabul eden görüşü bir şekilde onaylamak anlamına geliyor ve bu durumda üniversiteler için açılacak parantezin başka bir gün başka bir konjonktürde yeniden kapatılması tehlikesi doğuyor. Halihazırda var olan kimi hadiseler 'kamusal alan' tanımı üzerinden çıkarılan 'türban tarifelerinin' kafa karıştırsın, her türden keyfilik mümkün ve muteber olsun diye icat edildiğini kanıtlar nitelikte. Zira yasağın kapsamı bu kadar muğlak ve genel bir saha öngördüğü zaman, genel geçer bir kritere dönüşmesi, eşlere, kardeşlere ya da 'aile yaşantısına' teşmil edilmesi, hatta özel sektör tarafından da kopyalanması ve istismar edilmesi kaçınılmaz oluyor.

Yasaklar hem eğitim hem de kamu hizmeti verilen alanlar için, hizmet alan -hizmet veren ayrımı olmaksızın kalkmalıdır. Aksi takdirde, yasak bir sürücü kursunda, bir özel dil kursunda, astım hastaları için verilen bir konferansta ve hatta kütüphanede bile yakamıza yapışmaya devam edecek, 'özel alan'a karine teşkil edecek ve istismar edilecektir. Gülender Karabıyık ve Emine D.'nin başından geçenler önemli veriler içermektedir. Başörtüsünü bizzat kullanmayan, başörtülünün eşi ya da oğlu olduğu için sürülen, cezai atamalara maruz kalan 'erkekler' de öyle...

Annen başörtülü ise öğretim görevlisi olma!

Özcan K., 17 senedir öğretim görevlisi olan, ideolojik kamplaşmalarda rol oynamayan saygın bir kişilikti. Kendi alanında ilerlemekten başka bir hedefi olmayan Özcan K., Amerika ve Almanya'da da misafir öğretim görevlisi olarak dersler vermekte ve yardımcı doçent olarak İstanbul Üniversitesi'nde İşletme Bölümü Pazarlama Anabilim Dalı'nda görev yapmaktaydı. 03.07.2002'de, artık hangi sebeple olduğunu bilmiyoruz, arabasında başörtülü annesi ve kız kardeşi de olduğu halde, üniversite binasına geldi. Aynı gün 'üç saat içinde' mesai bitmeden okuldan uzaklaştırıldı. Eylemi herhangi bir mevzuatta ya da disiplin yönetmeliğinde yer almıyordu. Kendisine gelen uzaklaştırma yazısında '...arabasının arka koltuğunda iki başörtülü bayanla üniversitemiz bahçesine girmesi sebebiyle...' yazıyordu. Özcan K.'nın çalıştığı bölümde eleman açığı vardı ve söylemek lazım, eşinin de başı açıktı. Buna rağmen soruşturmanın selameti açısından ve 'delilleri karartmasın diye' (hangi deliller!?) görevden uzaklaştırıldı ve maaşının 1/3 ü kesildi. Özcan Bey görevinden istifa etmek ve özel bir üniversiteye geçmek zorunda kaldı.

Eş durumundan ceza amaçlı atama

Özcan K. başörtülü anne ve kardeşini üniversite kampüsü içine sokarak büyük bir hata (!) yaptı diyelim, o zaman başörtülü eşiyle birlikte hiçbir ulusal bayrama ve cumhuriyet balosuna katılmıyor diye cezai atamaya uğrayan memur için ne diyeceğiz? Bu kez gerekçe 'aile yaşantısı'dır ve başörtülü eş mayın hattına ayak bile basmamıştır. Kadrolaşmadan şikayet edenlere itina ile duyurulur. Memur olması hasebiyle ismini veremeyeceğimiz ilgili, Danıştay 5. Daire'nin ifadelerine göre , resmi görevini aksatmadan sürdüren ve başarısı Danıştay'ın ilgili kararında bile (1999/4112 Esas, 1999/4325) takdir edilen bir memurdur. İlgili hakkında 'laik bir ülkede dinci akımların sembolü' olan türbanı 'eşine kullandırarak' hakkında söylentiler çıkmasına neden olduğu, belli bir kesimle uzlaşmış ve o kesimle ortak hareket eden bir aile yaşantısının 'ortaya çıktığı' gibi nedenlerle rapor tutulur ve ceza amaçlı atama işlemi gerçekleştirilir. İdare mahkemesi, atama işlemi somut nedenlere dayanmadığı için kararı iptal eder. Temyiz üzerine dosya önüne gelen Danıştay 5. Daire ise, davacının 'aile yaşantısı dışında' cezalandırılmasını gerektirecek hiçbir kusuru bulunmadığını, davacının başarıyla görev yaptığını, ancak 'eşinin başörtülü olması nedeniyle' davacının yöneticilik konumunu ve kurumun temsil niteliğini yitirdiğini ifade ederek ceza amaçlı atamayı uygun bulduğunu ifade eder.

Velhasılı...

Başörtüsü 'dini aidiyet ve referansları dolayısıyla yekdiğerine yapılması 'muhtemel' bir ayrımcılığın ve eşitliğe aykırı tutumun sembolü' değildir. Bilakis başörtülülere uygulanan ayrımcılık bugün yasalarla teminat altına alındığı ileri sürülen 'eşitlik' ilkesine aykırıdır. Başörtüsü, 'kadın iffetini maskülen bir kıskançlıkla savunmanın' sembolü de değildir. Bilakis, bir büyük demokrasi mücadelesinin ve inanç özgürlüğü talebinin en mühim, en can alıcı aktörüdür artık. 'Başörtüsü, toplumun yalnızca %1,5'inin sorunu' diyenlerin kişi hak ve özgürlükleri ile, inanç özgürlüğü ile ilgili bir meseleleri olup olmadığını yeniden sorgulaması gerekir. Çünkü, yasaklarla mücadele, inanca saygı talebinde ne kadar samimi, ne kadar istekli olunduğunun göstergesidir. Türkiye bu sınavı ya verecektir, ya da engellediği kızlar gibi kalakalacaktır, tarihin vicdan kapılarında.

Kalifiye olmak yetmez!

Gülender Karabıyık 1993 yılında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi RD-TV Sinema Bölümü'ne kayıt olmak için gittiği gün, 'lütfen başı açık fotoğraf' talebi ile karşılaştı. Görevlinin gerekçesi komikti. 'Belki başka birisin, nereden belli' diyordu. Olay 'diş kayıtlarımızı da verelim mi?' esprisiyle çözümlendi. 1993 yılında bir şeyler, hiç değilse keyfi tutumlar, hâlâ tatlıya bağlanabiliyordu. Okulda pek sıkıntı çekmedi Gülender. Sadece hocalardan Ünsal Oskay "evladım iyisin, hoşsun da senin bu okulda işin ne, seni çalıştırmazlar bu sektörde, doğruya doğru..." diyordu her iki haftada birlik periyotlarla. "Şimdiki tartışmalara bakıyorum da o zamanki müdahaleler ne kadar da zarifmiş..." diyor Gülender. Bir yandan üniversiteye gider, diğer yandan ağırlıklı olarak mütedeyyin kesime hitap eden bir kanalda çalışır. 3,5 yılın sonunda kendine ait programı olan bir yapımcı ve yönetmendir artık.

Aldığı ücret çok düşüktür fakat. Maaşının artırılmasını talep ettiğinde kanalın yayın yönetmeninden ilginç olduğu kadar da yaralayıcı bir cevap işitir: "Başörtüsüyle başka hangi kanalda çalışabileceğini düşünüyorsun? Başka bir alternatifin olduğunu düşünmüyorum" Patron maaş artışı sağlayamayacağını ama alışveriş çekleri verebileceğini söyler. Karabıyık kendisiyle benzer durumda olan 11 programcı arkadaşıyla birlikte kanaldan ayrılır. Oysa o sırada yaptığı program oldukça iyi reyting almaktadır; ayrıldıktan sonra program TRT2'ye sunulur, kabul görür ve orada yayınlanmaya başlar.

Tabii ki Gülender Karabıyık TRT2'nin kapısından bile girememektedir, gerekli iletişim bir erkek asistan tarikiyle gerçekleşmiştir. Kendisini liberal kanatta tanımlayan çeşitli TV kanallarına iş başvurusunda bulunur, fakat telefonda iyi geçen görüşmeler, o son 'mülakat anında' utana sıkıla itiraf edilen başörtüsü gerekçesiyle bozulur, başvuruları kabul edilmez. Bir, iki, üç... Sonuç değişmez. Depresyona girer, 1,5 yılını 'odasında' geçirir. Psikiyatra gitmeye başlar. Kullandığı ilaçların verdiği cesaretle yurtdışına gitmeye karar verir. Ailesini zorla güçle ikna eder. İlk önce Cambridge'de akademik yıl dil kursu alır, daha sonra da Londra'da City University'de Uluslararası Gazetecilik masteri yapar. "Okul için röportaj yaparken Lordlar Kamarası'na dahi girebiliyordum. Oruç tuttuğumda okuldaki superviser'ım da dahil bütün sınıf iftar yapabilmem için seferber oluyordu." diyor o günleri anlatırken. Türkiye'de yaşadıklarından sonra, Londra'nın kendisini fazlasıyla şımarttığını söylüyor.

Stajını İngiltere'nin TRT'si olan BBC'de yapıp tezini yazmak için Türkiye'ye döndüğünde, işlerin daha da kötüye gittiğini görüyor. Fakat en nihayetinde Türkiye'ye dönmek zorunda. Ailesi sadece 'eğitim' için izin vermiş. Masterini tamamlamış, iyi derecede dil bilen, uluslararası gazetecilik alanında uzmanlaşmış biri üstelik. Çünkü 'başörtüsüne rağmen' yetişmiş bir eleman. Bu nedenle olsa gerek, II. Körfez Savaşı boyunca staj yaptığı NTV'de kadrolu eleman olarak işe alınacağını umuyor bir süre. Fakat savaşa olan ilginin tükenmesiyle birlikte, dört yıl öncekine benzer cümleler duyuyor yine: 'Senden memnunuz. Başarılısın. Ama keşke başörtülü olmasaydın.' Sağdan sola, soldan sağa olabilecek her ihtimalin kapısını çalıyor Gülender. Ama ya 'başörtülüsün olmaz' yanıtı alıyor, ya da 'başörtünle başka bir yerde çalışamayacaksın. O halde senin için neyi öngörüyorsak razı olmalısın' tavrının hoyratlığına maruz kalıyor. Gülender Karabıyık, hâlâ iş arıyor.

Bir telgrafa bir ay hapis cezası

Seher Yusuf Bengisu, bir üniversite öğrencisi değil, ilahiyat fakültesi mezunu bir Kur'an kursu öğretmeniydi. Evli ve çocukluydu. 1987 yılında bir gün, yasakların vandallığa kadar vardığı günlerde yani, İstanbul Hukuk'ta okumaya 'çalışan' kız kardeşinin uğradığı muameleleri içine sindiremedi. O günlerde herkes yasakların son bulması için cumhurbaşkanına telgraf çekiyordu, o da tutup bir telgraf da ben çekeyim, dedi. 'Sonunda ölüm yok ya?' Hayır, telgrafta 'siz bizim cumhurbaşkanımız değilsiniz' filan demedi. 'Sayın Evren, bunu bize yapamazsınız' dedi. Yanıt Seher Yusuf'un derdest edilip gözaltına alınması ve cezaevine gönderilmesi oldu. 4 yıl mahkumiyet ve belli bir süre için meslekten men cezası aldı Seher Hanım. Korktu, kahırlandı. Çocuklar çok küçüktü daha. Mahkemede laik devlet anlayışı ile bir sorunu olmadığını, saygısızlık yapmayı aklından bile geçirmediğini söylediği için, dönemin 'İslamcı' zevatı hafiften bozuldu kendisine. Seher Hanım'ın mahkumiyeti bir affın kapsamına girdi Allah'tan. Sonuçta bir ay yatmış oldu içeride. Ancak çıktıktan bir yıl kadar sonra rahatsızlıkları başladı. Kanser dedi doktorlar. Cezaevi koşulları ile kanser arasında rasyonel bir bağ yoktu. Fakat hemen bütün hastalıkların stres, üzüntü ve endişe ile tetiklendiğini herkes bilirdi. Bu yüzden teşhis, bir yumruk gibi oturdu tüm sevenlerinin içine. Seher Hanım, çocuklarını büyütecek kadar yaşayabildi ancak, 2001'de hâlâ genç sayılabilecek bir yaşta hayata veda etti. Bursa Emir Sultan'da yatıyor. Hayırla anıyor ve kendisine Allah'tan rahmet diliyorum.

'Yanlış anlamayın biz de AKP'liyiz'

Emine D., iş arkadaşları ile gittiği lüks bir restoranda, henüz bitirmediği yemeği masasında, sık sık yanına gidip gelen garson tarafından sessiz sessiz taciz ediliyor. Grupta, Emine D. dahil, birkaç başörtülü daha var. Garson gelip gidip, 'birazdan saygın kişilerden oluşan bir grubun yemek için oraya geleceğini, bu masada oturanların bir an önce kalkması gerektiğini söylüyor. Mekanda yer sıkıntısı yok, boş masa çok. Masadaki baylardan H.Y. durumu öğrenince, hafiften olay çıkarıyor. Durum mekanın sahibine intikal ediyor. Adam garsonu paylamakla beraber, savunmasını müessesenin prestijini koruma zorunluluğu üzerine bina ediyor. Sonunda söylediği cümle 'özrü kabahatinden büyük' klasmanında, evlere şenlik: 'Yanlış anlamayın, biz de AK Partiliyiz.'

Yazı dizisine katkıda bulunanlar: Ayşegül Aybar, Nergihan Çelen, AKDER Başkanı Refia Kızılhan

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber